Şehre gittim mi önce o mahalle senin bu benim baştan sona yürür, sokaklarında volta atar, sonra da yerlisi gibi hissettiğim kahvesini bulup gelen geçeni izlerim. Yan masada ilgi alanlarımdan birini (mimarlık, grafik tasarım, ilüstrasyon, yazı, müzik…) icra eden biri varsa doğru mekandayım. Yok mu? O zaman devam. Aramaya. İnsan her gün oturacağı mahallenin kahvesini ilk görüşte aşk olmadan da bulabiliyor şu dünyada. Berlin’e gittim, Mitte, Prenzlauer Berg gibi çocuklu ve köpekli ailelerin listelerinde bir numaraya yerleşmşi iki mahalleyi de geride bıraktıktan sonra kendimi Neuköln’e attım. Bar + burgerci + kahve olarak hizmet veren Schiller’in önündeki güneş alan masa, benimsin!
Bundan böyle oturmak isteyenler iznimi bir zahmet beklesin. Ama ben arada Tempelhof Havalimanı’na kaçarım. Yok seyahate değil. Berlin Doğu ve Batı olarak duvarla ikiye ayrılmışken üç dakikada bir uçakların erzak ihtiyacını karşılamak için indiği Tempelhof Havalimanı şimdi komün alan. Bahçe yapıp çiçek eken, matını kapıp yogaya gelen, şezlongunda kitap okuyan, patenlerini ve paraşütünü takıp uçan, piknik sepeti ve köpeğiyle gününü geçiren, bizim gibi dünyada bir ilke imza atıp pistte yürüyen herkes orda.
Başka arada da Five Elephant’da kahve içip 25 Hours Hotel’in barından hayvanat bahçesi izlemeye, Michelberger Hotel’de işin bilenleriyle buluşup şehrin tüm mural (duvar resmi)’lerini keşfetmeye. İşte o zamanlarda bıraktım sandalyemi sana.