Sanatın birden çok alanında başarıyla var olabilen, hem Türkiye’de hem dünyada konuşulan işlere imza atan Kezban Arca Batıbeki ile projeleri, vamp kadınları ve zamansız moda kavramı üzerine…
Gerek fotoğraflarınızda gerek resimlerinizde kadın figürleri ağırlıkta. Eserlerinizin öznesi olarak hemcinslerinizi tercih etmenizin özel bir sebebi var mı?
Kendimden hareket ettiğim ve haliyle kadınları erkeklerden çok daha iyi tanıdığım için işlerimde kadın figürü kullanmayı tercih ediyorum. Ayrıca kadına ait sorunlar, duygular, yaşam biçimleri üzerine düşünmek ve çalışmak bana daha doğru geliyor.
Çalışmalarınızdaki güçlü, vamp kadın imgeleri sistemin kadını metalaştırmasına karşıtlığınızı mı simgeliyor?
Çalışmalarımdaki kadınlar güçlü değiller aslında. Güvenli, garantili olduğunu düşündükleri bir gelecek uğruna ipleri her zaman başkalarının eline vermişler. Kendilerini güçlü sanıyorlar belki ama zavallı, zayıf, kırılgan, yalnız ve güzelliklerinden başka bir şeyleri olmayan kadınlar… Görselliklerinin, ellerindeki tek silah olacağı inancıyla yetiştirilmişler.
Bugüne kadar işleriniz genellikle oldukça renkli ve gösterişliydi. Ancak bu kez siyah beyaz ve daha sakin bir seri ile karşılaştık. Bu değişimin sebebi nedir?
Uzun süre benzer işler ürettiğimde daralıyorum. Resim, fotoğraf, kısa film ve yerleştirme gibi farklı disiplinlere atlayışım da hep bu yüzden. Birinden sıkıldığımda diğeri imdada yetişiyor. Sizin de belirttiğiniz gibi uzun süredir çok renkli bir dünya içerisinde debeleniyorum. Kasım 2014’te açacağım sergimde yine renkler ve “kitsch” olacak. Arada biraz sükunet gerekiyordu, bu huzuru siyah beyaz fotoğrafta buldum. Hem farklı bir disiplin hem de kendimden uzaklaşmamı gerektirmeyen bir yapıyla çok keyifli zaman geçirdim, dinlendim, tüm renklere hazırım yeniden…
Türkiye’de güncel sanata son yıllarda daha yoğun bir talep var. Bu değişimi ve artan ilgiyi nelere bağlıyorsunuz?
Güncel sanatın dünyada geldiği noktayı ve bunun için geçen süreyi düşünürsek, Türkiye’de ne kadar geç kalındığı ortaya çıkar. Bu yıl Art Basel’in 45’inci yılıydı, Venedik Sanat Bienali’nin ise başlangıç yılı 1895. Yeni Türk koleksiyonerlerinin çoğu birkaç yıldır kaybettikleri zamanı telafi edebilmek adına kendilerini galeriden galeriye, fuardan fuara atıp duruyorlar. Kötü bir benzetme olduğunu biliyorum ama; güncel sanattan anlamak, satın almak, fuarlara gitmek “Moda oldu” da diyebiliriz. Bunu kötü anlamda söylemiyorum, “Zararın neresinden dönülse kardır” diyorum.
Kısa filmler çekiyorsunuz, bunun yanında uzun metrajda sanat yönetmenliği gibi tecrübelere de sahipsiniz. Sanatın her alanında faaliyet göstermeyi tercih eden biri olarak bir gün babanız Atıf Yılmaz’ın yolundan gidip uzun metrajlı filmler çekecek misiniz?
Sinemayı çok seviyorum, geçmişte dört uzun metrajlı filmde sanat yönetmenliği yaptım. O dönemin zor şartları, görüntüde istediğim sonucu alamamanın sıkıntısıyla bu işi daha fazla sürdürmek istemedim. İki yıl önce Mehmet Murat Somer’in bir kitabından film yapmak üzere yola çıktık, senaryosu üzerine bayağı bir çalıştık ama istediğim film için gereken miktarı toparlayamayıp pes ettik. Yapabileceğimin en iyisini yapamayacaksam yola hiç çıkmam. Yine de hiç belli olmaz, günün birinde çekebilirim.
Dünyada da sanat disiplinleri arasındaki duvarın gitgide inceldiğine şahit oluyoruz.
Artık sanat disiplinleri arasında belirgin bir çizgi kalmadı. Bir tuvalin üzerinde film oynatıyor, farklı objeler monte edebiliyor ya da aklımıza o anda ne gelirse yapabiliyoruz. Bu özgürlük çok güzel.
Yabancı bir galeri ile çalışmak Türkiye’deki sanat hayatınızı nasıl etkiliyor?
New York’taki Leila Heller Gallery ile anlaşmam gereği, tüm dünya haklarım belli bir süre için onlarda. İstanbul sergilerimi de galerinin iş birliğiyle açabiliyorum. O nedenle uzun bir süredir Türkiye’de sergi açmamıştım. Galerimle Türkiye’de; İstanbul Contemporary, ArtBeat ve Art International fuarlarına katıldım, bu yıl yine Art International’da, Leila Heller Gallery’deyim. ALAN İstanbul ile iş birliği içinde olduklarından problem olmadı. Bir sonraki sergimi de Kasım başında Isabella İçöz’ün küratörlüğünde İstanbul74’de açacağım. Benim için yabancı bir galeriyle çalışmanın yurt dışında çok faydası var. New York’ta ve Doha’da kişisel sergiler, Art Miami, Dubai Art Fair, Abu Dhabi Art Fair, INN London gibi fuarlara katılmak, önemli yabancı kolleksiyonlara girebilmek gibi… Ancak Türkiye’deki koleksiyonerlerin Türk galericileriyle neredeyse bir aile ilişkileri var, bu ailenin dışında kaldım biraz.
Eğitiminiz grafik üzerine, tasarımla iç içe bir hayatınız ve kariyeriniz var. Tüm bunlar modaya bakışınızı nasıl etkiliyor?
Modayla çok ilgilenmem. Elime geçtiğinde moda dergilerine bakarım, “Dolabımda günün modasına uygun bir parça var mı?” diye… Sonuçta tarih gibi moda da tekrarlardan ibaret. Yani kendi “vintage”ımı oluşturuyorum. Bana yakıştığını düşündüğüm bazı modellere takıntılarım var, moda olsun olmasın onları bulup alırım. Eskiden çok zordu, dükkanlarda o anda moda olmayan bir şey ya da bir renk bulamazdık. Oysa şimdi özgürüz, kendi modamızı yaratabiliriz. Sanatçı olarak tanınmanın lüksünü yaşıyorum, ne giysem oluyor.
Eserlerinizdeki pop imgeler için yurt içinden ve dışından topladığınız biblolarla mecmuaları, objelere düşkünlüğünüzü biliyoruz. Stilde de aksesuarlar sizin için çok daha ön planda olmalı…
Tahmin ettiğiniz gibi aksesuarlar benim için çok önemlidir. Farklı, eğlenceli takılar bulmayı çok severim. Mücevher ve değerli taşlardan oluşan takı hiç kullanmam.
Röportaj: Ali Murat Ergül
Fotoğraf: Özkan Önal
Styling: NetWork